Kimlik Bölünmesi Ve Öz-Samimiyetin Yitimi

Published by Cemali Altuntaş on

Bilginin elde edilmesi ile başlayan ve aktarılma yollarının keşfedilmesi ile ivme kazanan “insanlığın gelişme süreci”, son birkaç on yılda ulaştığı yakalanması güç hızla işlemeye devam etmektedir.

Gelişmenin çıkış noktası bireydir. Bireyin öncelikli amacı hayatta kalmak ve dolayısıyla hayatta kalmak için gerekli olan ihtiyaçlarını en azından asgarî düzeyde karşılayabilmektir. Çağımızda bu ihtiyaçların karşılanma süreci toplumsal sınıflara göre farklılık göstermektedir. Değneğin iki ucundan birinde “refah seviyesi yüksek”, “zengin”, “varlıklı/varsıl” gibi nitelemelerde bulunabileceğimiz bir kesim bulunurken; diğer uçta “refahtan yoksun”, “fakir”, “yoksul”, “aç” nitelemelerine uygun görülebilecek bir kesim bulunmaktadır. Varlıklı kesimin sözünü ettiğimiz temel ihtiyaçları karşılayabilmek için ciddî bir çaba göstermesi gerekmezken, yoksul kesimin ekstrem emsallerinde bu yönde “bir çaba gösterme imkânı”nın dahi olmadığı, bireylerin adeta ölüme terk edilmiş vaziyette oldukları görülmektedir.

Temel ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayan bireyin edindiği yeni meşguliyetler Theodore John Kaczynski’ye göre “ikâme etkinlik”lerdir. İkâme etkinlik; “amaç-çaba-amaca ulaşma” şeklinde işleyen “güç süreci”nin tatminini sağlayan bir araç niteliğindedir. Temel ihtiyaçlarını elde etmede bu süreci işletemeyen insan, güç sürecinden elde edeceği tatmin duygusunun eksikliğini ikâme etkinlikler vasıtasıyla gidermektedir.

Kapitalist ekonomik sisteme sahip ülkelerde girişimciler arasında ortaya çıkan rekabet sayesinde ikâme etkinliklerle iştigal etmek varlıklı kesime mahsus bir durum olmaktan çıkmış ve orta sınıfa(halka) açılmıştır. Rekabetçi ortamda hız kazanan teknolojik gelişmelerle birlikte halkın boş zamanlarını doldurabileceği/öldürebileceği bilgisayar, oyun konsolu, akıllı telefon, tablet gibi teknolojik ürünler kısa sürede pazarda geniş bir pay sahibi olmuş ve hemen hemen her eve/cebe girmiştir. İletişimin mesafesini genişleten ve hızını artıran internet ile beraber bu ürünlere olan bağ(ım)lılığın artması da kaçınılmaz olmuştur. İnternetin sağladığı bu hızlı ve kapsamlı iletişim imkânı, bireyin sosyalleşme sürecinin odak noktasını dış/reel dünyadan sanal dünyaya kaydırmıştır.

Sosyalleşmenin internet düzlemindeki izdüşümü şeklinde tanımlayabileceğimiz “sosyal medya”, özellikle farklı coğrafyaların insanlarını birbirlerine bağlama konusunda oldukça başarılı olmuştur, mesafeleri kısaltmıştır. Bu durum, kabaca ifade etmek gerekirse, yerelliği ve yerel/geleneksel değerleri zayıflatmış, evrenselliği ön plana çıkarmıştır. Bu sayede, dünyanın dört yanından insanların birbirleriyle iletişebilmesi sonucunda küçük/azınlık denilebilecek grupların örgütlenmeleri ve hâliyle seslerini çıkarabilmeleri, daha rahat gerçekleşir hâle gelmiştir. LGBT hakları savunuculuğu, hayvan hakları savunuculuğu, veganlık, çevrecilik gibi “sol” gruplaşmaların yanı sıra ortak ilgi alanına sahip olan insanların birbirleriyle fikir alışverişi yapıp çeşitli etkinlikler düzenlemelerine, kendi alanlarında ilerleme kaydetmelerine vesile olan gruplaşmalar da meydana gelmiştir.

İletişimde artan çeşitlilik ve sosyalleşmede beliren yeni boyutlar, insan davranışlarında kayda değer dönüşümlerin startını vermiştir. Kısa süre içerisinde çok sayıda insan ile reel veya sanal diyalog kurmak durumunda olmak, olayların “içerisinde” yer almayı ve olaydan neşet eden duyguları layığıyla hissedebilmeyi/yaşayabilmeyi güçleştirmiştir. Öyle ki, bir insan beş-on dakika içerisinde; Facebook’ta gördüğü bir cenaze gönderisine “üzgün” ifadesi bıraktıktan sonra Twitter’a girip tuttuğu takımı savunmak için tanımadığı insanlara sövebilmekte, ardından Instagram’a girip ana sayfasına düşen komik videoyu izlerken kahkaha atabilmektedir. Yani, hüzün de, mutluluk da, öfke de yaşanılmamaktadır; tüketilmektedir. Bu içtenlik/derinlik kaybı(yüzeyselleşme), “samimiyet” adı verilen niteliğin yitirilmesine sebep olmaktadır. “Öteki”ne, “ben olmayan”a, arz edilen tepkilerdeki samimiyetin azalması, zamanla kişinin kendine yabancılaşmasını kaçınılmaz kılmaktadır.

Kendine yabancılaşan insanın doğallıktan büyük ölçüde kopması, onu hızlı ve yapay tepkiler vermeye elverişli hâle getirmektedir. Kendi kimliğini, yani doğasına has özelliklerinin kayda değer bir kısmını, yitirmesinin neticesi ise davranışlarında “kabul görme”yi her şeyden evvel gözetilmesi gereken maksat olarak görmesine neden olmaktadır. Çünkü kimliğini yitiren insan hürlüğünü de kaybetmiştir. Kolektivist yapılara kolonluk yapmadan ayakta kalması imkânsızlaşmıştır. Bu yüzden kendini ilgili yapılara kabul ettirecek tavırları takınması gerekmektedir. Yapılar arasındaki farklılıklar ve her birinin kendi içerisinde yer alan (çoğunlukla yazılı/sözlü olmayan, fakat uygulanan) kuralları, kimliğini yitirmiş insanın şahsî maksatları doğrultusunda nabza göre şerbet sunmasını zarûrî hâle getirmektedir. Girilen kabın şeklini almayı “sosyal medya”dan alışkanlık hâline getirmiş olmanın, bu zarûriyeti yerine getirmeyi daha kolay kıldığı da aşikârdır.

Özetlemek gerekirse; teknolojinin gelişmesi ve internetin vazgeçilmez kılınmasıyla birlikte sosyalleşmenin boyutları değişmiştir. Bu değişim hızlı ve adaptasyonu güç bir şekilde gerçekleşmiştir. Hıza ayak uydurmaktan başka çare görmeyen insan bu süreçte önce dışarıya/ötekine, sonra içeriye/kendine karşı samimiyetsizleşmeye başlamıştır. Dış samimiyetsizleşme, doğallığın yitirilmesi ve yüzeyselleşmeye sebep olurken; iç samimiyetsizleşme, kişinin kendine yabancılaşmasını ve kimliğini/hürriyetini yitirmesi sonucunu doğurmuştur. Kimliksizleşen insana ayakta kalabilmek için tutunabileceği dal olarak kolektivizm göz kırpmaktadır. Farklı kolektivist yapılarda doğal yollardan karşılayamadığı güç sürecini karşılamak isteyen kimliksiz insan, bu yapılarda kabul görüp yer alabilmek için girdiği kabın şeklini alan akışkan bir karaktere sahip olmaya mahkûm olmaktadır.

Tüm tespitler dikkate alındığında farklı yapılarda farklı yüzler/tavırlar takınan insanın edindiği kimliklerin aslında ona ait olmadığı, ona hürriyet değil, bir çeşit “hürriyet illüzyonu” sunduğu görülmektedir. Öz-samimiyetini yitirmiş, kimliksiz bir insanın varoluşu, ciddî ve kapsamlı bir sorgulamaya tabi tutulmaya muhtaçtır. Aksi takdirde insanoğlunun özünden/doğasından neşet eden niteliklerin kısa süre içerisinde yitirmesi kaçınılmaz olacaktır.

Yazan: Cemali Altuntaş


Cemali Altuntaş

Yıldız Teknik Üniversitesi Harita Mühendisliği Bölümü'nde araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Teoloji, sosyoloji ve felsefe disiplinlerine ilgi duymaktadır.

0 Comments

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.