Kim haklı: Trump mı, Twitter mı?

Published by Cemali Altuntaş on

Yazan: David GOLUMBIA

Çeviren: Cemali ALTUNTAŞ

Teknoloji şirketlerinin, aşırı sağcı provokatörlerin ve sivil liberteryenlerin hepsinin söylemeye meyilli olduğu bir şey varsa, o da “ifade özgürlüğünü savundukları”dır.

Bu iddia çoğu zaman, ironik bir şekilde, “nasıl olur da ifade özgürlüğüne karşı olursunuz?” gibi bir soruyla, bir konuşmayı durdurmak için öne sürülmektedir. Burada esas mesele ifade özgürlüğü olmadığından, bu grupların gerçekte neyin peşinde olduğunu sorgulamak gerekmektedir.

İfade özgürlüğü, demokrasi ve yasaklar

İfade özgürlüğü, öncelikle demokrasiyi teşvik ettiği için kıymetli olan bir değerdir: Devletin gücü halkın elinde olduğu için, insanlar herhangi bir kısıtlanma veya cezalandırılma korkusu olmaksızın fikir alışverişinde bulunabilmelidir. Yine de ifade özgürlüklerinin “sansür” ile engellendiğini söyleyenlerin çoğu (buna şimdiki cumhurbaşkanı Trump da dahil) demokrasinin temellerini baltalamakta veya bunlara saldırmaktadır.

Twitter ve Facebook, platformlarını özgürce seçilmiş hükûmetin şiddetli bir şekilde devrilmesini teşvik etmek için kullanan Donald Trump ve ortaklarının önünü kesmek için önemli bir adım attı. Bu adım teknoloji şirketlerinin, dünya çapında antidemokratik siyasetin yayılmasında rol oynamaya başlamış olması nedeniyle önemliydi.

Şüphe yok ki, Twitter ve Facebook’ta yer alan şeylerin çoğu, temel siyasi meselelerle ilgili gerçek ve sınırsız görüş alışverişidir. Bu tür tartışmalar genellikle inanılmaz derecede “medeni” değildir ve olmaları da gerekmez. Ancak sosyal medya vasıtasıyla yayılanların çoğunun (dezenformasyondan tehdide kadar) demokratik ideallerin kalbinde yer aldığı da bir gerçektir. Demokrasinin kendi temel ilkelerinin, onu istedikleri kadar parçalara ayırmalarına izin vermemizi gerektirdiği nasıl iddia edilebilir?

Sorun, ABD’de ve daha az bir ölçüde dünya çapında ifade özgürlüğü konusunda mutlakiyetçi bir perspektif geliştirmeye başlamamız gerçeğinden kaynaklanıyor. ABD anayasası birinci ek maddesi (First Amendment, FA) “kongre yasa koymaz” ile başlar ve bu genellikle hükûmetin “ifade gibi görünen hiçbir şeye” dokunmayabileceği anlamına gelir gibi görünür. Fakat bu iddia doğru değil: ABD’de bile, hukuk “ifade”ye birçok farklı şekilde temas edebiliyor. Örneğin, cinayet veya dolandırıcılık gibi bir suç girişiminin ilerlemesinde kullanılan konuşma, suçun birincil kanıtı olarak kabul edilmektedir. İftira niteliğinde veya kötüleyici nitelikteki konuşmaların cezaları vardır. Çocuk istismarının tasviri gibi zararlı materyallere ilişkin tam yasaklar vardır. Yine de teknoloji şirketleri, aşırı sağcı ajitasyoncular ve diğer gruplar konuyu sürekli olarak siyah-beyaz gibi sunmaktadırlar: Ya ifade hakkını kesinlikle koruduğumuzu ya da hiç korumadığımızı iddia etmektedirler.

İnternet çağındaki birçok “ifade özgürlüğü” yakarışının, çevrimdışı dünyada meydan okunulamayan düzenlemelerden özgürleşme taleplerinden ibaret olduğu görülmektedir.

İfade özgürlüğünün sınırlarının zorlanması

Geliştirilmesi amaçlanan demokrasiyi zayıflatmak için kullanılan ifade özgürlüğü sorununun derin tarihsel kökleri vardır, ancak iki talihsiz eğilim onu özellikle akut hâle getirmiştir.

İlk eğilim, aşırı sağın, bir şekilde “nefret edilen söylemin” demokrasilerdeki en değerli ifade olduğu görüşünü satması ve bazı hukuk bilimcilerin ve Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (American Civil Liberties Union, ACLU) gibi örgütlerin bu iddianın ilerletilmesine yardımcı olmasıydı. 20. Yüzyılın en ünlü FA olaylarından biri ACLU’nun 1970’lerde Nazilerin Skokie’de düzenlediği yürüyüşü desteklemesiydi. Amerikalılar bu olayı öğrendiklerinde, ACLU’nun Nazileri savunarak temel bir demokratik değeri koruduğunu düşündüler.

İşleyen bir demokrasiye sahip olmak için Nazi söylemine müsamaha gösterilmesi gerektiği fikrinin yanlış olduğu tecrübeyle sabittir. Bu söylem, II. Dünya Savaşı’ndan beri Almanya’da yasaklanmış durumdadır. Fakat bu Almanya’da demokrasinin iyi işlemediğini göstermemektedir. Tersine Almanya, dünya demokrasilerine ilişkin değerlendirmelerde çok yüksek, bazen ABD’den de daha yüksek puanlar almaya devam etmektedir. Örneğin Ekonomist İstihbarat Birimi (Economist Intelligence Unit, EIU) tarafından yayımlanan ve sivil özgürlükler ve siyasi kültürün sağlığı gibi faktörlerin tartıldığı Demokrasi Endeksi’nde (Democracy Index, DI), Almanya “tam demokrasi” ülkesi olarak değerlendirilirken ABD’nin “kusurlu bir demokrasi”ye sahip olduğu kabul edilmektedir.

İkinci talihsiz eğilim ise şirketlerin söylemleri ile eylemler arasındaki çizginin bulanıklaşmasıyla ilgilidir. ABD Yüksek Mahkemesi, meşhur 2010 Citizens United kararında, siyasi reklamlara para harcamanın, reklama konu olan görüşü dile getirmekle aynı şey olduğunu iddia ediyor gibi görünüyordu. ACLU ise, “Nazilerin Skokie yürüyüşü” olayında olduğu gibi, antidemokratik görünen partinin (burada şirket çıkarlarının) yanında yer aldı.

Ancak burada mesele göründüğünden daha derin, çünkü teknolojik değişimle birlikte miktarında büyük bir artış olduğundan söylem/eylem ayrımı daha da karmaşık bir hâl almıştır. Örneğin, son on yılda “kod söylemdir” adlı bir öğreti ortaya çıkmıştır. Bu öğreti, bilgisayar programları insan diline benzeyen bir koddan yapıldığı için bilgisayar koduyla yapılan her şeyin FA korumasını hak ettiğini savunmaktadır. Elektronik Sınır Vakfı (Electronic Frontier Foundation, EFF) ve diğer dijital savunucular rutin olarak “kod söylemdir” ifadesinin açık ve sağlam bir yasal ilke olduğunu öne sürmektedir. Apple 2016 yılında, FBI’ın San Bernardino terör saldırısı şüphelisinin iPhone’unun kilidini açması talebini FA hakkına dayandırarak reddettiğinde bu iddiayı öne sürmüştür.

Şimdiye kadar pek çok yargıç “kod söylemdir” öğretisini reddetmiştir, çünkü bilgisayar programları çalıştığında çeşitli eylemler gerçekleştirmektedir. Bu eylemler sadece bir fikrin ifadesi biçiminde değil, gelişen teknolojiyle beraber yüz tanıma algoritmalarının ve insansız hava araçlarının çeşitli amaçlarla kullanılması gibi dış dünyada etkin biçimde deneyimlenebilen türden de olabilmektedir.

“Kod söylemdir” öğretisiyle, eylemlerin bir konuşma gibi gösterilmesi ve bu yolla aynı “koruma” haklarına sahip olmasının sağlanması amaçlanmaktadır. Çoğu insanın “bir çeşit söylem” olarak düşünebileceği (belirli yaş grubu için yasal olan, yetişkinlere yönelik pornografik materyaller gibi) büyük içerik kategorilerinin halka açık yayınlarda görünmesine izin verilmemesine rağmen, bu kamu yayınlarının lisansı her ne kadar özel şirketlerde de olsa, Federal İletişim Komisyonu (Federal Communications Commission, FCC) tarafından yayımlanan yayın standartlarının “ifade özgürlüğünü ihlal ettiği”ne dair şikayetler nadiren duyulmaktadır. Yüksek Mahkeme Yargıcı Oliver Wendell Holmes Jr.’ın 1919 kararında yazdığı gibi, suç işleme emri vermek veya “bir tiyatroda yanlış bir şekilde ateş yakmak ve paniğe neden olmak” FA korumasından faydalanamamaktadır.

İfadenin yasalarla “mutlak” bir korumaya sahip olduğu iddiası, onlarca yıldır sağcı siyasi aktivizmi karakterize eden, hükûmet düzenlemelerine yönelik saldırıların bir türüdür.

Platformların dönüşümü ve geleceği

Marshall McLuhan, ölümünden 50 yıldan fazla zamanın geçtiği günümüzde bile interneti en açık şekilde öngören vizyon sahibi düşünür olarak kabul edilmektedir. McLuhan, “küresel köy” ve “ortam mesajdır” gibi fikirleriyle tanınan ileri görüşlü bir yazardır. Kanadalı ekonomi tarihçisi ve medya teorisyeni olan, öğrenimi daha geniş ve yazıları öğrencisininkinden çok daha kesin olan, McLuhan’ın öğretmeni Harold Innis, az bilinse de çok daha önemli biri olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Innis, 1951 yılında Paris’te gerçekleştirilen bir toplantıda “Tekel ve Medeniyet Kavramı (The Concept of Monopoly and Civilization)” adlı bir bildiri sunmuştur. Innis, bu geniş kapsamlı bildiride, büyük gazetelerin “bilgi tekelleri” dediği şeyi yaratarak kıtaların tamamında insanların ne düşündüğünü belirlemesinden duyduğu endişeyi dile getirmiştir. Bildirisi 1995 yılına kadar basılmamıştır. Dijitalleşmeyle birlikte haberlerin eş zamanlı olarak dünyaya yayılabilmesiyle, başlangıçta karşıt görünen düşüncesinin öngördüğü sonuçların yaşandığı görülmüştür. Bu yeni dönemde, özgürlük adına, demokratik yurttaşların çok az güce sahip olduğu teknolojik bir çerçeve oluşturulmuştur. Bu teknolojiyi şekillendirme gücü, demokrasiyi en önemli özelliklerinden bazılarından mahrum bırakmak isteyen insanlar tarafından bir tür “sansür” olarak ilan edilmiştir.

Donald Trump ve destekçilerinin sosyal medya platformlarından kaldırılması, Washington D.C.’de meydana gelen ayaklanmadan bu yana memnuniyetle karşılanmaktadır. Twitter, Facebook ve diğerleri haklı olarak Trump’ı şiddeti körüklemekten sorumlu tutmaktadır. Fakat antidemokratik propaganda araçları olarak hizmet ettikleri için bundan kendileri de sorumludur. Bu platformların aslında demokratik yönetişim ile uyumlu olup olmadığı konusunda zor sorular sormanın zamanı gelmiştir. Zira özel şirketlerin seçilmiş ulusal liderleri kendi platformlarından yasaklayıp yasaklamayacaklarına karar verecek konumda olmaları gerektiği apaçık bir gerçekmiş gibi görünmüyor. Yine de yaşananlar, yasakların yanlış olduğunu değil, platformların “mevcut hâlleriyle” varlığını sürdürmelerinin yanlış olduğunu göstermektedir. İlk zamanlarda yaşanan skandalların ardından daha sıkı bir yönetim modeline geçen Reddit, sosyal medyanın gelecekte nasıl olabileceğine dair iyi bir örnek teşkil etmektedir.

Son söz

Çevrimiçi platformlarda demokratik değerleri merkezi bir pozisyona oturtmak ve onları mutlakiyetçi ifade özgürlüğünü antidemokratik amaçlarını gerçekleştirmek için kullananların veya katı bir şekilde her ne olursa olsun teknolojik ilerlemeciliği savunanların önüne koymak hepimizin görevidir.

Hukuk sistemini, demokrasiyi ve kurumlarını güçlendirmeye odaklanmak ve bunun için aktif bir mücadele sergilemek, demokrasiyi zayıflatmak için ellerinden geleni yapanların giderek daha fazla güç kazanmasının önüne geçilmesini sağlayacaktır.

Teknoloji çeşitli amaçlar için faydalı olmaya devam edecektir, ancak tabii ki kullanıcıları temel değerleri net bir şekilde anlayıp onlara dayandığında…

NOT: Bu yazı, The Boston Globe’da yayımlanan “Trump’s Twitter ban is a step toward ending the hijacking of the First Amendment” başlıklı makalenin bir kısmının çevirisinden oluşmaktadır. Yazı içinde yer alan başlıklar orijinal başlıklar olmayıp çevirmen tarafından makalenin bölümlenmesi ve bölümlerin birbirleriyle bağlanması için koyulmuştur.


Cemali Altuntaş

Yıldız Teknik Üniversitesi Harita Mühendisliği Bölümü'nde araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Teoloji, sosyoloji ve felsefe disiplinlerine ilgi duymaktadır.

0 Comments

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.